İçindekiler
14 Masum (a.s)’ın Vücudunun Boyutları konulu 1.ders:
Allahu Tebareke ve Teala’nın lütfu ile 2 yıldır Hz. Eba Ebdillah El Huseyn (a.s)’ın Aşurasını mevzu ederek işlemiş olduğumuz konuların içerisinde arz etmiş olduğumuz hususların köken ve delili hakkında açıklama yapacağız çünkü:
1-Bizler Allahu Tebareke ve Teala’nın lütuf ve inayeti ile rutinin dışında bir Ehlibeyt maarifi işliyoruz. İşlemiş olduğumuz bu Ehlibeyt maarifi, her şeyden önce bizlere Allahu Tebareke ve Teala’nın inayeti hassesi (özel inayeti) ve özel lütfudur ki bizler bu konuları işleyebiliyoruz.
2- Fetret dönemi bitmiştir. Bizler herşeyin mukaşefe dönemindeyiz. Takiyye çok oranda bitmiş ve kalkmıştır. Bu dönemde hakikatin ortaya konulması gerekir çünkü biz Hz. İmam-ı Zaman (a.f)’un zuhuruna 2 cihet ile bakıyoruz.
Hz. İmam-ı Zaman (a.f)’un gaybeti, Gaybeti Suğra ve Gaybeti Kübra olarak gerçekleştiği gibi zuhuru da aynı paraleldedir. Öncelikle zuhuru Suğra daha sonra ise Zuhuru Kübra gerçekleşecektir.
Hz. İmam-ı Zaman (a.f)’un Zuhuru Suğrası (Küçük Zuhuru):
Ehlibeytin maarifinin, olduğu gibi “Allahu Tebareke ve Teala’nın emrettiği ve irade ettiği şekilde” insanlara ulaşmasıdır.
Hz. İmam-ı Zaman (a.f)’un Zuhuru Kübrası:
Hz. İmam-ı Zaman (a.f)’un, mukaddes vücudunun zahir olması ile birlikte Allahu Tebareke ve Teala’nın irade ettiği bütün her şeyin o Hazret’in (a.f) vücudu ile neşr olması, yayılması ve hakim olmasıdır.
- Hz. İmam-ı Zaman (a.f)’un mukaddes vücudu, İlahî adalettir.
- Hz. İmam-ı Zaman (a.f)’un vücudu, eşit ve dengeli bir ekonomi ve adil bir düzendir.
- Hz. İmam-ı Zaman (a.f)’un vücudu mukaddesi zuhur ettiğinde artık zulüm diye bir şey olmayacak!
Bizim bu hususları bilmemiz lazım.
Eğer bizler Ehlibeyt (a.s)’ın maarifetine Allah’ın emrettiği şekilde hem sahip olmayacak olursak hem de bunları açıklamayacak olursak:
- Sağlam bir inancımız,
- Sağlam bir imanımız olmayacaktır!
Günümüz İnsanların Beyinlerinin Gelişimi
İnsanların Hz. İmam-ı Zaman (a.f)’un zuhuruna amade olabilmesi için insanların beyni, zaman ve şartlar içerisinde bu gelişmeyi ve bu kapasiteyi göstermektedir. Günümüz insanlarını düşünün ve Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) ashabı ile şu şekilde mukayese edin:
Hz. Nebiyyi Kibriya (s.a.a)’in ashabını düşünecek olursak:
- Bunlar, Hz. Peygamber’in yanında her şeye şahit olmuşlardı.
- Herşeyi, Hz. Nebiyyi Kibriya (s.a.a)’in ağzından duymuşlardı.
- Mucizeleri, Hz. Nebiyyi Kibriya Muhammed Mustafa (s.a.a)’in mukaddes vücudunda, mukaddesi elinde ve mukaddes işaretlerinde görmüşlerdi.
Bu dönemin insanlarını ise düşünecek olursak:
- İnsanların tamamı, tepeden tırnağa kadar günahın içerisine girmişlerdir.
- Hem Hz. Nebiyyi Kibriya Muhammed Mustafa (s.a.a)’i hem de Masum İmamları (a.s) görmemişlerdir.
- Bir takım bilgileri vardır ve bunların çoğunluğu da yanlıştır ama o zamanın insanları ise bilgiye sahiplerdi ve doğru bilgiye sahiplerdi çünkü bizzat Hz. Nebiyyi Kibriya Muhammed Mustafa (s.a.a)’in ağzından öğreniyorlardı.
Ancak o dönemin insanlarının beyin yapısı o kadardı ki:
“Hz. Nebiyyi Kibriya (s.a.a)’in şehadetinden yarım saat/bir saat sonra dini tebdil ettiler ve hiç kimsenin kılı dahi kıpırdamadı!”
Ancak bu insanlar ki şimdi bu dünyada yaşamaktadırlar (emsali bizim g.b ki biz şuan bu dünyada yaşıyoruz) bizler:
“Hz. Peygamber Efendimiz Nebiyyi Kibriya Muhammed Mustafa (s.a.a)’i ve İmamlarımızı görmeden onlara iman etmişiz. Bugün adamın biri kalkıp Dini Mubini İslama taarruzda bulunduğunda “Bizler, canımızı ortaya koyuyoruz.”
Bu fark her şeyden önce beyin inkişafının delilidir. Beyinler ve algılamalar gelişmiştir.
Bu insanlar, Hz. Nebiyyi Kibriya Muhammed Mustafa (s.a.a)’in maarifetine o boyutta sahip olmasalar dahi, amelen bir takım sürçmeleri olsa dahi bu insanların beyinleri gelişmiştir. Daha doğrusu, ruhları bedenlerini öyle bir şekilde kontrol altına almıştır ki Hz. Nebiyyi Kibriya (s.a.a)’in azameti hususunda o sahabelerden daha çok hassasiyet göstermektedirler. (Elbette ki bütün sahabeleri kastetmiyoruz ama ekseriyeti bu şekildeydiler.)
- Adamın biri kalkıp hiç olmayan bir (teravih) namazı ortaya koydu ve insanların kılı dahi kıpırdamadı.
- Var olan emirleri yasakladılar ve hiç bir kimsenin kılı dahi kıpırdamadı.
- Hz. Peygamber (s.a.a)’in huzurunda Hz. Peygamber (s.a.a)’e karşı olmayacak kelimeleri ağızlarına aldılar ve hiçbir kimsenin kılı dahi kıpırdamadı.
Bu adamlar kafir miydiler?
-Hayır.
İman etmemişler miydi?
-Evet, iman etmişlerdi.
Savaşmamışlar mıydı?
-Savaşmışlardı.
Hakikaten namaz ehli değiller miydi?
-Hayır namaz ehli idiler; (içlerindeki münafıklar ayrı bir olaydır) inanarak namaz kılıyorlardı.
O halde sebep nedir?
Biz öyle bir dönemde yaşamaktayız ki bu dönemde Ehlibeyt marifetini, kıssa ve hikaye ile algılamak ve kıssa ve hikaye ile algıladığımız marifetten mükellef ve sorumlu olmak bizden kaldırılmıştır! Bizler 1 adım, 2 adım, 3 adım, 4 adım… daha ileri gitmek ile mükellefiz.
Çünkü bizler çok büyük bir misyon sahibiyiz.
Günümüz İnsanlarının Misyonu
Bizler çok büyük bir misyon sahibiyiz. Özellikle de bu mektebin mübelliğleri çok büyük bir misyonun sahipleridirler; öyle ki bu mektebin mübelliğleri, Ben-i İsrail Peygamberlerinin (a.s) dahi üstlenmediği görevleri üstlenmişlerdir. Bu dönemin mübelliğlerinin üstlenmiş olduğu görev, Ben-i İsrail Peygamberlerine (a.s) gelen emirlerden kat ve kat daha çok büyük ehemmiyettedir.
Bu görev: “Zuhur neslini yetiştirme görevidir.”
Dolayısı ile bizler Zuhur neslini yetiştirebilmek için Ehlibeyt (a.s)’ın marifetini, Allahu Tebareke ve Teala’nın irade ettiği şekilde bilmemiz ve öğretmemiz gerekir.
Çünkü bizler, Ehlibeyt (a.s)’ın marifetini Allahu Tebareke ve Teala’nın irade ettiği şekilde bilmeyecek olursak:
- Sağlam bir inancımız olmayacaktır.
- Doğru ve muhkem bir imanımız olmayacaktır.
Bazı dönemlerde, bazı insanlardan, bazı işlerin kabul edilmiş olması mümkündür ancak bizlerden kabul edilemez çünkü bizler, Allahu Tebareke ve Teala’nın nurunun tecelli ve tezahürünü görüyoruz.
80 yıl önceki İslam anlayışı ile bugünün İslam anlayışı bir midir?
-Değildir.
Yani, bizler Ehlibeyt (a.s)’ı bir takım kelimeler ile (kıssa ve hikaye ile) tanıyacak olursak bu bizden kabul edilmeyecektir çünkü o kabul ediliş eski dönemlere ait idi.
Tarih boyunca, belli bir dönemde kıssa marifeti’nin hoş karşılanıp, insanların kıssa marifeti ile vazifelerini yerine getirerek mektebi ayakta tutmaları mümkündü ama bizler, şuan mektebi kıssa marifeti ile ayakta tutamayız.
Mesela: Hz. İmam Humeyni (s.a)’in İnkılab yaptığı günün ertesi günü ilk feryatlarından birisi: “Uydurma mersiyelerden ve uydurma sinezenlerden bizarlık etmesi idi.”
Ancak inkılaptan önce envai aksam müçtehidimiz vardı hatta Hz. İmam Humeyni (s.a)’in kendisinin de mukaddes vücudu vardı ancak bu kadar çok tepki göstermiyorlardı.
Neden göstermiyorlardı?
Çünkü milletin algılaması çok farklı bir boyuttaydı ve mektebinde bir şekilde ayakta durması gerekiyordu.
Eğer bizler bu anlattığımız şekilde, Ehlibeyt marifetine sahip olmayacak olursak vazifemizi yapamayız/yapamayacağız.
Vazifelerimizi yapabilmemiz için:
- Sağlam bir inanca,
- Sağlam imana sahip olmamız gerekir.
Bizim vazifemiz nedir?
-Kurbullah’tır!
Bizim nihai vazifemiz kurbullahtır.
Alemde hangi Peygamber (a.s) ne iş yaptıysa, Hz. Nebiyyi Kibriya (s.a.a) ne iş yaptıysa, Hz. Eba Ebdillah El Huseyn (a.s) ne iş yaptıysa, Eimme-i Ethar (a.s) ne iş yaptılarsa tek bir gayeleri vardı ve o gaye:
“İnsanları, Kurbullah’a ulaştırmaktı.”
Kurbullah’a ulaşabilmek için:
- Sağlam bir inancın,
- Muhkem bir imanın olması gerekir.
Sağlam bir inancın ve muhkem bir imanın da sahibi olabilmemiz için:
Doğru bir maarifete sahip olmamız gerekir.
Örtülü bir maarifet insanı Kurbullah’a götürmez.
Kurbullah’a ulaşabilmemiz için belli bir enerjiye ihtiyacımız vardır ve bu enerjinin azı insanı Kurbullah’a ulaştırmıyor.
Bir cihaz düşünün ki o cihazın içindeki madde belli bir seviyeye ulaşmadığı müddetçe o cihazın çalışması mümkün değildir.
Mesela: Ampul sistemini düşünün, pozitif ve negatif enerjiler belli bir seviyede olmayacak olursa ampul sistemi çalışmaz ve ampul aydınlatmaz.
Maarifette bu şekildedir.
Bizim nihai hedefimiz, Kurbullah’a ulaştırmaktır.
Kurbullah’a ulaşabilmemiz için de bilmemiz gereken şey:
“Bizi, Kurbullah’a götürecek kişilerin özellikleri nelerdir?” sorusunun cevabıdır.
Allahu Tebareke ve Teala, Hz Peygamber Efendimiz’de (s.a.a) ve Eimme-i Ethar (a.s)’da hangi özellikleri karar kılmıştır?
Bizim, onlar ile farkımız nedir?
Onların diğer kişilerle olan farkı nedir ki:
- Onlar, bizi Kurbullah’a götürmekle görevlidirler?
- Bizler de onlara itaat etmekle görevliyiz?
Eğer biz, onlardaki bu özellikleri, vasıfları ve sıfatları bilmeyecek olursak onlara nasıl tabi olabiliriz?
- Biz, onların bu özelliklerini hafifletirsek biz, onlara nasıl sığınacağız ve onlara nasıl itimat edeceğiz?
- Onlardaki bu vasıflarda aşırıya gidilecek olursa, o zaman ne yapacağız?
Günümüz dünyasında her iki grupta vardır ve yaşıyorlar.
Biz, “İmam Hüseyin (a.s), Allah’ın Rahmet bâb-ı’dır; Allahu Tebareke ve Teala, alemlere bütün rahmetini ezelden beri İmam Hüseyin (a.s) ile vermiştir” dediğimizde karşımıza iki grup çıktı:
1. Grup: Konu hakikaten ağır bir konu olduğu için anlamayanlardı ve normaldi. Soru sorarak anlamaya çalışıyorlardı ama 2. grup bu şekilde değillerdi!
2. Grup: Muânidlerdi. “Böyle bir şey olamaz!” diyorlardı.
Biz, bu 2. grubu nereye koyacağız?
Bakacak olursanız göreceksiniz ki:
Ehli Muânid olanlar hiçbir yere gidemiyorlar/gidememişlerdir.
Bunu bilin ki! Kurbullah’a ulaşmak ana vazife ve nihai hedeftir.
İnsanı, Kurbullah’a götüren kişiler kimlerdir?
İnsanı Kurbullah’a götüren kişilerin, 14 Masum olduğu hususunda İslam fıkralarının hiçbirinin ihtilafı yoktur. Bu hakikati, ne Sünniler nede Şiiler reddetmemişlerdir. Bu konuda herkes hem fikirdir ki:
- Hz. Nebiyyi Kibriya Muhammed Mustafa (s.a.a)’in Ehlibeyt’i (a.s) Sırati Müstakimdirler.
- İnsanı, Sırati Müstakime Hz. Nebiyyi Kibriya (s.a.a)’in Ehlibeyti götürür.
Bu konuda hiç kimsenin ihtilafı yoktur.
Elbette bir takım kimseler vardır ki bunlar muânittirler, düşmandırlar. Adlarına Sünni veya Şii diyen bir grup vardır ki: “Bunların İmam’a karşı bir hesap hataları vardır.”
Şia Adı Altında Saklanan Muânidler:
Bunlar, 14 masumun makamını kendilerine karşı tehlike görmektedirler ve bunlar Şia adı altında bunu, İmam’a karşı tolere ediyorlar ya da şu şekilde hafife alıyorlar: “Yok, canım o kadar da olur mu? Eğer sizin dediğiniz gibi olsa onlar Allah ile denk olurlar! Eğer siz, bunu derseniz onları Allah’ın yerine koymuş olursunuz” ya da “Onlar mükemmel adamdırlar, onlar şerif adamdırlar, güzel adamdırlar.” Şia’nın muânidleri bu şekildedirler.
Sünni’nin Muânittleri
Direkt düşmandırlar. Muânittirler. İnat ehlidirler.
Bizler, bu muânittleri kastetmiyoruz!
Biz, Müslümanları kastediyoruz.
Şiası ile Sünnisi ile herkes bunda hemfikirdir ki:
1-Kurbullah’a götüren yegane yol Ehlibeyt (a.s)’ın yoludur.
2-Kurbullah’a götüren yegane vesile, Ehlibeyt (a.s)’ın özüdür.
Elimizde yüzlerce ayet ve yüzlerce hadis vardır ki hepsi, bu konuya delalet etmektedir ve hiçbir kimsede bu ayet ve hadisleri reddetmemektedir ama bu ayet ve hadislere rağmen, bizler ayet ve hadisleri önümüze alıp, ayet ve hadisleri açarak, ayet ve hadislerin mefhumunu ortaya koyduğumuzda; Ehlibeyt (a.s) hakkında hak olan bir şeyi açıkladığımızda:
Bir grup: Saldırganlaşıyor.
Diğer grup ise: Anlamıyor.
Anlamamak ayrı bir meseledir; onlara bir alt seviyede anlatarak onları eğiteceğiz ve anlayacaktırlar çünkü inat ehli değillerdir!
(Bu iki grup birbirinden çok farklıdır.)
Benim (Ehlibeyt (a.s) hakkında) bu dediklerim çok uç noktalardır.
Ben bu hususları size anlatırken her zaman Allah’tan istiğfar diliyorum çünkü Ehlibeyt (a.s)’ın hakkını, hakkı ile diyemiyorum. Kelimenin manasını o boyutta diyemiyorum ancak bu boyutta diyorum ve boyutunda hazmi:
1- Dost için çok ağırdır.
2-Düşman için ise böyle bir şeyin olması çok ama çok çetindir.
Ehlibeytin Marifeti Açıklandığı Zaman Abartılı Görenler
Biz, Ehlibeyt (a.s)’ın maarifini açıkladığımız zaman sözlerimizi çok abartılı görenler 3 gruba ayrılmaktadırlar.
1. Grup: Muânitler
Ehli Muânittirler (inat ehlidirler), Ehlibeyt (a.s)’a karşı inatçıdırlar. Bunlar, Ehlibeyt (a.s) hakkındaki hakikatleri hazmedemiyorlar ve Ehlibeyt (a.s)’a karşı bir hesapları vardır.
2. Grup: Ehlibeyt (a.s)’ın Boyutlarını Kendi Dünyevi Çıkarları İçin Tehlike Görenler
Bunlar, Ehlibeyt (a.s)’ın boyutlarını kendi dünyevi çıkarları için tehlikeli görüyorlar. Bu grup, muânit değillerdir. Bunlar, Ehlibeyt (a.s)’ın makamının kat ve kat daha üstün olduğunu biliyorlar ama Ehlibeyt (a.s)’ın makamlarını kendi dünyevî menfaat, çıkar ve hedeflerine aykırı görüyorlar.
Bu sebepten dolayı da: “Böyle bir şey olabilir mi? Hüseyin nasıl bu makamda olabilir?” diyorlar.
3. Grup: Anlamayanlar
Bunlar anlamıyorlar. Herhangi bir hesap ve kitapları yoktur ama anlamıyorlar. Bunlar da ayrı bir olaydır.
Ben, size Ehlibeyt (a.s) hakkında anladıklarımı diyorum, anlamadıklarımı zaten anlamamışımdır ve sonsuzdur. (Anlamamız da mümkün değildir.)
Ben ki cahil birisiyim ve Ehlibeyt (a.s)’ın azametinden o kadar anlamışım ki:
Anladıklarımın içinden size anlattıklarım yalnızca %5’tir; %95’ini size diyemiyorum. Size uçuk gelebilir ancak uçuk fikirler değildir. Size anlatacaklarım kanundur.
Bizlerin, kanunları kabul edip etmememiz ve kanuna teslim olmayışımız kanunu, kanunluktan düşürmez. Kanunu, kanun olarak kabul etmemek bizim kusurumuz ve bizim eksikliğimizdir.
Biz, Hz. İmam Hüseyin (a.s) ve Aşura derslerini paylaşırken bir kişi çıkıp şiddetli bir şekilde lanet okuyarak Ehlibeyt’in azametini reddetmişti (diğer soru soranlar ise sorularını dostane bir şekilde soruyordu) ve lanet okuyarak Ehlibeyt (a.s)’ın azametini reddedenlerin sorunları genellikle Masum İmamlar ile değildi; bizzat Hz. Nebiyyi Kibriya (s.a.a) ile takıntıları vardı.
- Hz. Nebiyyi Kibriya (s.a.a)’i, o makamda göremiyorlardı!
- Hadisleri reddediyorlardı.
Bu kimselerin tek bir sorunu vardır.
Bu kişiler, ya muânittirler ya da menfaatlerine ters görüyorlardır.
Eğer 14 Masum (a.s)’ın bu azameti, o kişilere ve başkalarına ağır geliyorsa burada tek bir sorun vardır!
Bu sorun nedir?
Ehlibeyt’in azametini neden anlamıyoruz?
Biz, 14 Masum (Ehlibeyt (a.s)’ın azametini neden kabullenemiyoruz?
Biz, Ehlibeyt (a.s)’ın azametini kabullenemiyoruz çünkü biz, kendi var oluş (vücut) boyutumuzu bilmiyoruz ve bildiğimizin de aynısını Hz. Nebiyyi Kibriya (s.a.a)’e ve İmamlara (a.s) uygulamaya çalışıyoruz.
İnsan Vücudunun Boyutları
Hiçbiriniz kendi vücut yapınızı bilmiyorsunuz!
Eğer biliyorsanız söyleyin:
İnsan, kaç boyutludur?
İnsan’ın kaç çeşit varlığı vardır?
Adnan Turan, kaç boyuttan kaç bölümden oluşarak Adnan Turan’ı oluşturmuştur?
İnsan, kaç boyutu ile var olmuştur?
İnsanı var eden kaç boyuttur?
Bir insanın insan olabilmesi için kaç boyutunun (yönünün) var olması gerekir?
Peygamberler’in (a.s) ve İmamlar’ın (a.s) bize öğrettiklerini saymayacak olursak Beşer’in (kendisi ile ilgili) kendi vücudu ve varlığı hakkında bildiği tek bir şey vardır:
İnsan nasıl var olur; İnsan nasıl vücuda geliyor?
İnsan vücudu ne ile müteşekkildir?
Peygamberlerin (a.s), İlahî hükemanın, filozofların ve mutekellimlerin öğrettiklerini bir kenara bırakacak olursak beşerin bildiği tek şey:
“İnsan vücudu, nutfe’den meydana gelir ve ölüm ile son bulur.”
İnsan, nutfenin birleşmesi ile vücuda gelir.
Nutfe birleşir ve cenin olarak dünyaya gelir; bir müddet sonra çocuk olur; büyür, genç olur daha sonra yavaşlar, gerilemeye başlar, yaşlanır ve ölerek yok olur.
Enbiyaullah’ın ve İlahî öğretilerin tamamını bir kenara koyacak olursak beşer bunun dışında varlığı hakkında ne biliyordur?
Biz, hangi akıl ile Eimme-i Ethar (a.s)’ı değerlendirmeye çalışıyoruz?
-Biz kendi varlığımız hakkında dahi yalnızca bunu biliyoruz!
Sizlere bir hadis okunduğu vakit hepiniz aklınızı kullanıyorsunuz ya; size bir hadis nakledildiği zaman hemen aklınızı ve zekanızı merce-i karar kılıyorsunuz ya işte sizin bilginiz, evvelinizden bugüne kadar keşfettiği yegane şey budur!
İnsanoğlunun, dünyaya geliş tarihi 14.000 ile 16.000 yıl arasındadır ve bu süre zarfında kendi hakkında elde ettiği tek şey:
“Beşeri, vücuda getiren şeyin meni olduğudur. Beşer, meni ile (nutfe ile) vücuda gelir ve sonra da ölerek yok olur gider. Beşerin başka varlığı yoktur.”
İnsanın, kendi aklıyla kendi hakkında ulaşabildiği yegane şey budur!
İlahî öğretilere bakmadan önce önünüze bir hakikat koyayım:
İlahi öğretileri, Peygamberlerin (a.s) öğretilerini çıktığımız zaman bizim kendi hakkımızda bildiğimiz tek şey:
“Bizim varlığımız bir boyutludur; meni ile vücuda gelir ve daha sonra yok olup gider.
Öldüğümüzde vücudumuz çürüyüp gider yani bizim işimiz ölüm ile bitmektedir.”
Ama beynimizi çalıştırırsak şunu görmekteyiz:
Dünyanın her tarafında bir takım mezarlar açılmaktadır ve bu mezarlarda yatan adamların vücutları çürümemiştir.
2000, 3000, 4000 yıllık mezarlar bulunuyor ve bu adamların bedenleri çürümemiştir; bunların bedeni yok olup gitmemiştir; ölmüşlerdir ama yok olmamışlardır!”
Bu bize neyi göstermektedir?
Bunun, bize neyi göstermesi gerekir?
Bu bize şunu göstermektedir:
“Demek ki bizim aklımız, bizim bildiğimiz kamil ve doğru değil; demek ki bizim, kendi hakkımızda bildiğimiz dahi doğru değildir.”
Demek oluyor ki: “Biz kendimizi dahi tanıyamıyoruz!”
Bu, bize şunu gösteriyor:
İnsan, nutfe ile meydana gelip ölüm ile yok olmuyor. İnsan’ın bir başka boyutu daha vardır.
İnsanı var eden başka bir boyutu daha vardır ve bizler, bu boyutu bulabilmiş değiliz.
Hani hepimiz süper zekayız ya; hani hepimiz Allah’ın ayetlerini ve hadisleri paramparça ediyoruz ya; mühür basıp bu uydurmadır, bu yalandır diyoruz ya işte biz öyle bir akıl ile değerlendiriyoruz ki:
“16.000 yıldır kendimiz hakkında bildiğimiz tek şey nutfe ile meydana geldiğimiz ve ölüm ile de yok olup gittiğimizdir.” ancak bu da yanlıştır!
Ey! Hadis değerlendirenler!
Ey! Hadis reddedenler!
Ey! Denilenleri kabul etmeyenler!
Ey! Kıyas yapanlar!
Aklınız mağlup mudur?
Aklınızın mağlup olduğunu gördünüz mü?
Bizler aklımızın mağlup olduğunu gördüğümüze göre neye ihtiyacımız ortaya çıkmaktadır?
Peygamberlerin (s.a.a) ilmine muhtaç olduğumuz ortaya çıkmaktadır; yani İlahî ilme olan ihtiyacımız ortaya çıkmaktadır.
İlahi ilme ve Peygamberlerin bize öğrettiklerine baktığımız zaman da bizlerin yine bir şey alması o kadar mümkün değildir çünkü onlar da yüksek seviyede kanun buyuruyorlar.
Onların da sözlerini filozoflar ve mutekellimler açıklayıp şerh etmişlerdir; biz, onların açıklamalarına bakıyoruz ve bu bizim için kanun oluyor.
- Sözü indiren, Allahu Tebareke ve Teala’dır.
- Sözü getiren Nebi’dir, Allah’ın en güvenilir kuludur.
- Sözü açıklayan da bu Peygamberler’in yetiştirdiği mutekellimlerdir.
Burada, kim cesaret ederek “Ben, buna katılmıyorum” diyebilir.
“Ben katılmıyorum!” diyene ne denir?
“Ben katılmıyorum!” diyene aklı vardır denir mi?
Bu adamlara aklı vardır denmez!
Bir kişi, Peygamber değilse; mutekellim değilse ve vahyi de anlamıyorsa ve buna rağmen: “Ben katılmıyorum!” diyorsa bu kişinin aklı yoktur!
Peygamberler (a.s), İlahî ilim ile buyuruyorlar:
“Ey insanoğlu! Sen, sadece bedenden ibaret değilsin! Sen, sadece nutfe ile müteşekkil olan ve ölüm ile son bulan zahiri bir bedenden ibaret değilsin. Senin başka bir yönün daha vardır. Senin bu yönün ruhtur. Sen, ruh ile bedenin bir araya gelmesiyle var oluyorsun. Senin bedenin, nutfenin birleşip cenin olarak dünyaya gelmesi ile; süt içip, yemek yiyip, genç olup belli bir müddet yaşadıktan sonra ölüp gitmenden ibaret değildir! Sen, sadece bu değilsin! Senin bir de, seni var eden ruh boyutun vardır.”
İlim bunu bize vermiyor. İlim bunu keşfedememiştir. Bunu, Enbiyaullah (a.s) buyurmuştur ve beşer de, bu ruhun ne olduğunu anlayamamıştır. Beşer, ruhun nasıl bir şey olduğunu anlayamamıştır! Peygamberlerin (a.s) dışında ruh hakkında en ufak bir bilgi veren yoktur çünkü beşer ruhun adını dahi koyamamıştır ki onun künhü (özü) hakkında bilgi verebilsin. Beşer, ruh diye bir şey tanıyamamıştır ki ruh hakkında bilgi verebilsin.
Bizler, “Ruh nedir?”; “Ruh nasıl bir şeydir?”; “Ruh nasıl verilir?”; “Ruh ne zaman yaratılmıştır?” sorularının cevabını bilmiyoruz!
Peygamberler (a.s), bu hakikati açıklamasına rağmen biz bunları bilmiyoruz ancak biz, Peygamberlerin (a.s), bize öğrettiklerinden bir şey biliyoruz:
Peygamberler (a.s), buyurmuşlardır:
“Senin, bedeninin dışında seni var eden ikinci bir boyutun vardır. Sen, bu iki boyutun ile var oluyorsun eğer bu ikisi bir arada olmayacak olursa sen de yoksun! Ancak senin bu ruhun, bedeninin içinde değildir. Ruh, bedenin özünde değildir! Ruh, bedenin cüz’ü değildir; Ruh, bedenin parçası değildir!”
Ruhun felsefik açıklaması budur ve bu kanundur.
Ruh, fiziki bedenin haricindedir ve fiziki bedenin haricinde olduğu için; beden ile alakası olmadığı için; ayrı bir boyut olduğu için:
- Gözle görülmez.
- Elle tutulmaz.
- Lems edilmez (hissedilmez).
Peygamberler (a.s), ruh hakkında böyle buyurmuşlardır. Ruh, böyle bir şeydir.
Biz, ruhumuzun ne zamandan beri var olduğunu da bilmiyoruz.
Peygamberler bunları buyurmuşlardır; Amenna! Ama biz bunların ne zamandan beri öğrendiğimizi de bilmiyoruz.
Ben, size sadece son 2 yıldaki derslerde Ehlibeyt hakkında 1000’in üzerinde doktrin öğrettim ve bu derste de hepsi ile bağlantı kuracağım.
Biz, Ehlibeyti Allah’ın emrettiği şekilde tanımak ile mükellefiz; gerekirse aç kalacağız, gerekirse susuz kalacağız; gerekirse yalınayak gezeceğiz; gerekirse Hz. İmam Cafer-i Sadık (a.s)’ın tabiri ile “Buzun üstünde sürüneceğiz” ama Ehlibeyt (a.s)’ı, Allah’ın emrettiği şekilde tanıyacağız çünkü bu bizim üzerimize farzdır.
Peygamberler (a.s), bize ruhun bu şekilde olduğunu açıklamışlardır ama biz ruhun bu şekilde olduğunu ne zaman öğrendiğimizi ve ne zaman algıladığımızı da bilmiyoruz!
Acizliğimizi görüyorsunuz değil mi?
Hani Allah’ın bir emri sizin önünüze geldiğinde, hepiniz filozof kesiliyorsunuz ya; olmaz diyorsunuz ya; neyi reddettiğinizi bilmeniz için bunları anlatıyorum. Biz, buyuz!
Biz öyle bir mahlukuz ki:
“Eğer Peygamberler açıklamamış olsalardı: Ruh’un olduğunu bilmiyorduk ve hatta bugün dahi bilmeyecektik yalnızca bedenimizin olduğunu bilecektik ki onunda neyden muteşekkil olduğunu açıkladık.”
Ruh diye bir şeyin var olduğunu bize, Peygamberler öğretti.
Ruhumuzun, bedenimizden hariç olduğunu da Peygamberler öğretti:
“Ruh bedenimizin bir parçası değildir: Ruh ikinci boyutudur bu sebepten dolayı da hissedilmez, görülmez ve elde tutulmaz.
Biz bunu ne zamandan beri biliyoruz?
-Bunu da bilmiyoruz ama Peygamberlerin buyurduğu; hükemanın, mutekellimlerin ve felsefecilerin açıkladıklarını da kabul ediyoruz:
Ruh, bedeni terbiye ediyor! Ruh, bedeni idare ediyor!
Yani Ruh olmasaydı beden terbiye olmazdı.
Zaten insanların arasından mutekellimlerin çıkması da ruhun olduğunu anladıktan sonra gerçekleşmiştir; ruhun olduğunu anlamadan önce böyle bir şey yoktu!
İlahî Peygamberler ruhu insanlara belli bir şekilde anlatmıştır; o şekilde anlatmışlardır ki bizim de o kadarına ihtiyacımız vardır.
Peygamberler, inananlar için şunu telkin edip buyurmuşlardır:
1- İnsan’ın, bu dünyada acı veya tatlı, hayır veya bela yapmış olduğun işlerin karşılığını diğer dünyada görmesi gerekiyor ve insan bedeni de bu dünyada belli bir aşamadan sonra ölüp çürüdüğü için insanda bir şeyin olması gerekiyor ki diğer dünyada bu acıyı veya tatlıyı insana tattırsınlar. Bu dünyada yapmış olduğumuz işleri diğer dünyada görebilmemiz için insanda bir şeyin olması gerekmektedir.
Mutekellimlerin bu beyanı insanları ruhun zarafetine ve azametine götürmüştür.
2- Ruha inandığını söyleyenlerin içinde inanmayanların sayısı (gerçekten) inananlardan çok değilse az da değildir.
Çoğu kişi ruha inanmıyor ve bu inanmamalarının da yanında ahkam kesmektedirler.
Ancak bizler (Ehlibeyt mektebine inananlar) hem elimizdeki akli delillerimize hemde (Peygamberlere ki iman etmişiz) Peygamberler’in buyruklarına istinaden:
1-Ruhun var olduğuna inanıyoruz.
2-Ruhun bedenden ayrı olduğuna inanıyoruz.
3-Ruh, bedeni kontrol etmektedir; Ruh, bedeni terbiye etmektedir.
4-Ruh bedenden ayrı olduğu için beden çürüse bile ruh çürümüyor ve yok olmuyor.
Bir alim sizlere bir hüküm açıkladığı zaman sizler hemen mukayese yapmaya başlıyorsunuz bu sebepten dolayı size bir soru soracağım.
Soru: Hepiniz ruhu kabul ediyor ve kendinizin iki boyutlu olduğunu da biliyorsunuz; peki sizler bu ruhun size ne zaman verildiğini biliyor musunuz?
Ruh, insana ne zaman verildi?
Ruhun insana ne zaman verildiği net değildir.
Bir takım iddialar vardır ancak iddiadır, delil değildir.
Bizler ruhun bize ne zaman verildiğini bilmiyoruz hatta ruhun ne zaman yaratıldığını da bilmiyoruz.
Bizler ki özümüzün bir parçasını dahi tanımamış iken nasıl hüküm verebiliriz?
Bizim hepimizin ruhu var ama biz ruhumuzun ne zaman yaratıldığını dahi bilmiyoruz.
Bizim ruhumuz bedenlerimiz yaratılmadan önce mi yaratılmıştır? Yoksa beden ile birlikte mi yaratıldı?
Bunların hepsini iddia edenler var ama hiç bir grubun elinde kesin bir delil yok.
Mutekellimlerin bir kısmı buyuruyor: “İhtimali kavi budur ki ruh beden yaratılmadan çok çok önce yaratılmış olsun” ama sübutu (ispatı) yoktur. Hiçbir şekilde ispat yoktur.
Bazı mutekellimler ise: Ruh, beden ile birlikte yaratılmıştır. Ruh, beden ne zaman yaratılıp beden olduysa (yani nutfenin birleşmesi ile meydana gelen cenin değil; kamil beden ne zaman olduysa) ruh o zaman yaratıldı” diyorlar.
Bazı mutekelimler de: “Hayır! Ruh, nutfe birleştiği zaman yaratıldı. Nefekhna yaratılma ile oluyor yarattık ve üfledik ona…” diyorlar.
Bizler bu soruların da cevabını bilmiyoruz.
Biz ki kendimiz hakkında bu soruların dahi cevabını bilmiyoruz ama bu soruların dahi cevabını bilmemize rağmen çok büyük iddialarda bulunuyoruz!
Bizler bunları dahi bilmemize rağmen çok büyük iddiaların peşindeyiz!
Bizler bunları bilmememize rağmen çok büyük sözler kullanıyoruz! Allah’ın hükümlerini, Enbiyanın (a.s) emirlerini, Enbiya’nın (a.s) sözlerini, Hz. Nebiyyi Kibriya (s.a.a)’in ve Eimme-i Ethar (a.s)’ın buyruklarını reddediyoruz! Ancak bizler öyle mahluklarız ki kendimiz hakkında ki bu soruların cevabını dahi bilmiyoruz.
Biz etraflıca bilmemek ile birlikte sadece bedenimizi biliyoruz; ancak bedenimizin oluşumunu da bilmiyoruz.
Tıp ilmi bu kadar ilerlemesine rağmen Tıbbın, bedenin fizyolojisi hakkında çözebildikleri bedenin fizyolojisinin binde biri dahi değildir. (Ruhu ise hiç çözememişlerdir.)
Bizim kendimiz hakkında bildiğimiz tek şey:
Bizim bedenimiz 2 boyutludur.
1. boyut fiziki bedenimizdir: Nutfenin birleşmesi ile meydana gelmiştir.
2. boyutumuz ise ruhtur. Bizim ruhumuz vardır.
Bu ruh, bedenden ayrıdır. Ruh ile beden ayrı şeylerdir. Ruh bizim bir boyutumuzdur.
Bizim bu iki boyutumuz birbirinin içine girmeden, birbiriyle yoğrulmadan, bir bütün olup tek bir vücut haline gelmeden bizi idare ediyor.
Bizim ruhumuz, bizim bedenimizi terbiye altına almış ve idare ediyordur ve biz buna bu şekilde inanıyoruz.
Peki bizim başka bir boyutumuz var mıdır?
Biz şu ana kadar bir bedenimizin ve bir de ruhumuzun olduğunu öğrendik; biz bu kadarız!
Biz, 2 boyutluyuz, yani biz 2 kiloyuz: 1 kilomuz ruhtur; 1 kilomuz bedendir ve biz bunun da künhünü bilmemekle birlikte diyoruz ki:
Amenna bihi “Biz, bunlara iman ettik” Çünkü “kulli min indi Rabbina”
14 Masumun Vücudunun Boyutları
Ama bunu demek ile birlikte bizim önümüzde bir de 14 Masum diye Hucecullah “Allah’ın Huccetleri” “Sıratı müstakim” diye bir realite konulmuştur ve bize de bunlara itaat etmek emir buyurulmuştur.
Allah’a doğru gidebilmemiz için bunlara tabi olmak bizlere emir buyrulmuştur ve bizler ise onlar hakkında buyrulan buyrukları, bu halimiz ile değerlendiriyoruz; kabul ediyoruz veya etmiyoruz.
Kabul ettiğimizde bu kalıbın içerisindedir: Yani öyle bir Allah kabul ediyoruz ki bu et ve ruhun biraz üstüdür. Öyle bir peygamber kabul ediyoruz ki bizim gibi et ve ruhtan müteşekkildir “böyle zannediyoruz”. Doğrudur, Peygamberin (s.a.a) ve İmamların (a.s) da hem ruhu hem de bedenleri vardı; onlar da bizim gibi ruhlara ve nutfeden müteşekkil olan bedenlere sahiplerdi.
Biz tıpkı kendi ruhumuzu bilmediğimiz gibi onların da ruhlarının ne zaman yaratıldığını bilmiyoruz.
14 Masumun 3. Boyutları
Doğrudur! 14 Masum (a.s)’ın da doğum ve vefat günleri vardır; bu da doğrudur ama bizim elimizde bir takım veriler, hadisler ve ayetler vardır ki bu veri, hadis ve ayetler onlar hakkında bunu beyan buyurmuyor.
Mesela buyurulmuştur ki:
“Helegekumullah envara”
“Helegekumullah envara” “Ey 14 masum! Allah sizi nur olarak yarattı.”
Ruh ayrıdır, beden ayrıdır ve Allahu Tebareke ve Teala burada 14 Masum için başka bir şey beyan buyuruyor.
Bu hadisler, Allah’ın sözüdür ve Allah’ın bu sözleri, bizlere Peygamberin (s.a.a) ve İmamların (a.s) dilinden beyan buyurulmuştur.
Burada ayrı bir şey beyan buyurulmuştur!
Allahu Tebareke Teala burada “Helegekumullah bedenen ve Ruha” buyurmuyor.
Allahu Tebareke ve Teala: “Helegekumullah envara” buyuruyor.
Bi Evveli ma helegallah nuri Nebiyyi
Veya bir başka hadiste:
“Bi Evveli ma helegallah nuri Nebiyyi” “Allah’ın ilahlığının altında yarattığı ilk şey peygamberinin nurudur.” buyruluyor.
Allah, ruh demiyor! Allah, beden demiyor! Peki bu nedir?
Hadiste buyuruluyor ki:
Allah sizi nur yarattı.
(Sünni ve Şii kaynakları bu bu şekildeki hadisler ile doludur.)
Başka bir hadiste ise şöyle buyruluyor:
Hz. Adem (a.s) yaratıldığında kendisine emredildi:
“Yüzünü arşıma çevir!”
Hz. Adem (a.s) arşa baktığında 14 Masum (a.s)’ın Envari Mutahharını (Mutahhar nurlarını) gördü.
Peki, Adem (a.s) yaratıldığında, Adem’e (a.s) ruh verildiğinde, Adem’in bedeni vücuda geldiğinde Hz. Nebiyyi Kibriya (s.a.a)’in ne vücudu ne de ruhu vardı.
Hz. Peygamber (s.a.a)’in ruhunun var olduğunun ispatı elimizde yoktur. Elimizde delilimiz olmadığına göre Peygamberin (s.a.a)’in ruhu vardır diyemeyiz çünkü delilimiz yoktur.
Hükema delil koyamamıştır ve benim ile sizin Hz. Nebiyyi Kibriya’nın (s.a.a) vücudu ve ruhu o zaman vardı dememiz ile Hz. Nebiyyi Kibriya (s.a.a)’in vücudu ve ruhu o zaman var olmaz.
Ruhun Yaratıldığı Zaman Hususunda Mutekellimlerin Görüşleri
Mutekellimlerin bu hususta 3 görüşü vardır:
1. Görüş: “Ruh bedenden çok uzun zaman önce yaratıldı“
2. Görüş: “Beden ile ruhun birlikte yaratıldı”
3. Görüş: “Ruhun, beden nutfe halindeyken yaratıldı”
Bu üçü de ihtimaldir; “iza veredel ihtimal segetel istidlal” kanununa göre ki bu kanun ilim kanunudur “Bir şey kesin ve net değilse o şey delil olmaz” yani netlik yoksa delil, delil olmaktan çıkar.
3 ihtimal vardır ve ihtimal olduğu için biz “ne ruhun bedenden önce yaratıldığını”, “ne ruhun bedenle birlikte yaratıldığını” ne de “ruhun beden nutfe halindeyken yaratıldığını” diyemeyiz ve diyemeyeceğimiz gibi redde edemeyiz. Ne kabul etmek için ne de reddetmek için elimizde delilimiz yoktur.
Bu kanundur!
İster hoşumuza gitsin ister gitmesin bu kanundur! Kanun bizim hoşumuza gitmediği için kanun olmaktan çıkmaz.
Bizler, Müçtehidin emrine bakmadığımız zaman Müçtehid, Müçtehidlikten düşmez!
Bizler, Mutekellimlerin sözlerine bakmadığımız zaman Mutekellimler, Mutekellimlikten düşmez!
“Biz söze bakmadığımız zaman biz kendimiz bataklığa giriyoruz.”
Allah, Adem’i yarattı ve dedi:
“Başını göğe kaldır ve arşıma bak!”
Adem (a.s) başını arşa kaldırdı ve 14 Masum’un (a.s) nurlarını gördü.
Peki şimdi sizler ki İmamları, beden ve ruhunuz ile değerlendiriyorsunuz ve size bir İlahî hüküm açıklandığında o İlahî hükmü kendi öz yapınızla değerlendirme hakkını kendinizde görüyorsunuz o halde gelin ve burada ispat edin!
Adem (a.s) başını arşa kaldırdığı zaman 14 Masumun (a.s) ne bedeni vardı ne de ruhu vardı; Adem orada neyi gördü?
Ademin (a.s) gördüğü şey neydi?
Sizler ki diyorsunuz: “12 İmam, 14 Masum bizim gibi yalnızca ruh ve bedenden muteşekkildir” eğer sizin dediğiniz gibi ise bu nedir? Buna ne diyeceksiniz?
Adem (a.s), başını Arşullaha kaldırdığı zaman neyi gördü?
Allah, 14 Masumun nurunu yarattı; o nur neydi?
O nur, 14 Masum (a.s)’ın ruhları mıydı yoksa bedenleri miydi?
Eğer Adem (a.s) yaratıldığında Hz. Nebiyyi Kibriya (s.a.a)’in vücudu vardı ise Hz. Nebiyyi Kibriya (s.a.a) vücudu nasıl Adem (a.s)’ın vücudu yeryüzüne gönderildikten binlerce yıl geçtikten sonra yeryüzüne nazil oldu?
Yada bizlerin elinde Hz. Nebiyyi Kibriya (s.a.a)’in vücudu hakkında o kadar ki hadis var; bizler, o hadislerin tamamını red mi edeceğiz?
Nasıl olacak bu?
Bazı sünni kaynakları ve çok az olmakla birlikte bir takım Şii mutekellimler yalnızca iddia etmişlerdir ve delilleri de yoktur diyorlar ki:
“Adem’in (a.s), arşta gördüğü envar Ehlibeytin ruhuydu” ama hiçbir delil ve ispat ortaya koyamamışlardır, yalnızca iddiadır.
Bu olamaz! Çünkü bu tezattır! Bunun olması ilmen mümkün değildir. Neden mümkün değildir? Çünkü nurun özelliği ile ruhun özelliği farklıdır. Ruhun özelliği bedeni idare etmesidir. Ruhun özelliği arşta nur olmak değildir! Ruhda arşta nur olmak gibi bir özellik yoktur. Ruh ile nurun özellikleri farklıdır. Ruhun özelliği bedene mutaallık olmasıdır. Ruh bedeni idare eder. Ruh bedene aittir. Beden varsa ruh vardır; beden yoksa ruh yoktur. Beden olmadan ruhun olması mümkündür ama ruh, beden olmadan işlev görmez.
“Ruhun bedenden önce yaratıldı” iddiasının ispat edilmesi mümkündür; ispat edilebilir ama önce yaratılmışsa bile ruh işlev görmemiştir.
Nitekim Hz. İmam Cafer-i Sadık (a.s)’dan bunu destekleyen hadis de vardır ancak bu ruhun bedenden önce yaratıldığını mı ispatlıyor? Elimizde delilimiz yoktur!
Hz. İmam Cafer-i Sadık (a.s) buyurdu:
“Allahu Tebareke ve Teala galu bela günü insanlardan taahhüt aldığında onların misalini karınca misali yarattı.”
Yani Allah Tebareke Teala o gün insanların bedenini, kapasitesini karınca misali yarattı, şuurları vardı ve sorulara cevap verebilirlerdi. Eğer şuur varsa demek ki ruh vardır. Demek ki ruh, onları etkileyip terbiye ediyordu. Elimizde böyle sahih bir hadis var ama bu da ruhun bedenden önce yaratıldığına dair delil değildir! Çünkü bunun mukabilinde elimizde “ruhun bedenin oluşumunda yaratıldığını destekleyen” deliller de var ve birçok güçlü delilimiz de vardır ki “ruhun, beden nutfe aşamasındayken yaratıldığına” işaret etmektedir. Buradaki deliller kabul edilmiyor çünkü diğer iddia sahiplerinin elinde de güçlü deliler var. Bilahare bizim bunlarla işimiz yok; bizim ruhun, beden hangi boyuttayken yaratıldığı ile işimiz yok.
Biz diyoruz ki: “Biz, ruh ve bedenden müteşekkiliz ve size İmamların makamı ile ilgili Allah’ın bir sözü söylendiği zaman sizler ki İmamları özünle kıyaslıyorsunuz, sizler burada hata yapıyorsunuz çünkü Allahu Tebareke ve Teala, Allah’ın Peygamberleri ve Eimme-i Ethar (a.s) buyuruyorlar ki: “Helegekumullah envara” Allah sizi nur yaratmıştır.
Siz o nur, Ruh’tur diyemezsiniz çünkü ruhun özellikleri ile nurun özellikleri birbirinden çok ama çok farklıdır. Bu bize neyi gösteriyor?
Bu bize şunu gösteriyor:
Biz insanlar, ruh ve bedenden müteşekkiliz ama 14 Masum (a.s)’ın ise üçüncü olarak farklı bir boyutu daha vardır. 14 Masum (a.s)’ı o makama getiren, o azamete koyan üçüncü bir boyutları vardır ve bu boyutun adı nurdur; nur boyutudur.
Bizde ise nur boyutu yoktur.
Eğer 14 Masum’un (a.s) dışında bazı kimselerde, bazı Peygamberlerde bu nurdan bir zerre var ise onlardaki o nur da 14 Masum’un nurunun şuasıdır.
(Buda Enbiyaullah’ın tamamı için değil, bir takım Enbiyallah için bu şekildedir.)
O nur boyutu, Peygamberlerin de özünde yoktur.
Allahu Tebareke ve Teala onları da “Helegekumullah envara” yaratmamıştır!
Makamları azimdir; hiç kimse onları hafife alamaz ama siz o nurun ne olduğunu bilmiyorsunuz!
Siz, 14 Masum’un yaratılmış olduğu nurun ne olduğunu bilmiyorsunuz?
O nurun bir zerresi, bir Ulu’l Azim peygambere gelmiş ve o nurun bir zerresinin gelmesi ile o Peygamber, o makama ulaşmıştır; 14 Masum (a.s)’ın nurunun bir zerresinin ona yansıması ile o makama ulaşmıştır.
3. boyut (nur boyutu) yalnızca 14 Masum (a.s)’a aittir. 14 Masum (a.s)’ın dışında hiç kimsede 3. boyut (nur boyutu) yoktur!
O zaman şimdi biz ki diyoruz Hz. Peygamber (s.a.a) filan zamanda doğdu; bu yalan mıdır? Peygamberin doğum tarih yok mudur? O zaman bu yalan mıdır? Böyle bir şey yok mudur? Ya da İmam Ali filan tarihte doğdu, filan tarihte de şehit olup bu dünyadan gitti diyoruz; o halde İmam Ali’nin nuru da mı öldü?
Eğer 14 Masum’un 3. boyutunu kabul etmeyecek olursanız bu şekilde olur.
Hz. Nebiyyi Kibriya Muhammed Mustafa (s.a.a)’in bedeni öldü, ruhu bedenden ayrıldı ve yerine gitti.
Bakın bu kural, herkes için aynıdır: Ruh beden ile beraberdir ve insan öldüğü zaman ruhu ayrılarak kendisine ayrılan bir yere gider.
İnsanın iki alemi vardır:
Birisi dünya alemidir. Bu alemde beden ile ruh beraberdir. Bu alemde (dünyada) ruh bedeni terbiye ve idare eder ve ruhun etki ettiği boyutta beden gelişir, ruh etki etmeyecek olursa beden gelişmez. Bunun için ruhlarınızı karartmayın! Eğer ruhlarınızı karartacak olursanız hiçbir şeyiniz artmayacak! Ruhlarınızı karartacak iş yapmayın! Bedeni eğiten şey, akla ve zekaya o gücü veren şey ruhtur; ruhlarınızı karartmayın! Bugün bizler kalp kararması ki diyoruz bu ruh kararmasıdır. Kalp kararması, ruhu köreltmek demektir. Bizim bedenlerimiz ruh ile birliktedir; bedenlerimiz ölüyor, ruhumuz ise ölümsüzdür ve ikinci aleme gidiyor.
İkinci alemi berzah alemi farz edin. İkinci alemin adını berzah alemi koyun yani ruhumuz berzah alemine gidiyor ve orada bir şekilde bekliyor. Bizler, berzah aleminin de nasıl bir alem olduğunu bilmiyoruz. Elimizde bir takım hadisler var ama bilmiyoruz; gidip, göreceğiz. Biz öldükten sonra ruhumuz orada bekliyor ama nasıl bekliyor onu da bilmiyoruz çünkü elimizde verimiz yoktur. Bizim işimiz burada bitiyor mu? İnsanoğlu için üçüncü bir şık söyleyebilir misiniz?
-Söyleyemezsiniz.
Hiçbir şey söyleyemezsiniz!
Yalnızca iddia edebilirsiniz ama o iddiaların da hepsi boştur.
İlim ve İlahiyat bunun dışında bir şey demiyor.
Allah’ın peygamberleri bunun dışında bir şey demiyor.
Allah’ın Peygamberleri hiçbir zaman senin orada üçüncü boyutunun var olduğunu söylemediler.
Enbiyaullah:
“Ey İnsan! Sen, ruh ve bedenden müteşekkilsin. Senin ruhun bedenini idare ediyor ve senin bedeninin de bir ölme zamanı vardır ancak bedenin öldüğü zaman ruhun ölmüyor, ruhun ayrılıyor ve kendisine ait (ikinci) alemine gidiyor” dediler.
Bu aleminde adına ne derseniz deyin isterseniz berzah alemi deyin isterseniz başka bir şey deyin ama bir alem var ve ruhunuz o aleme gidiyor.
O alemde de ona bir şeyler verilip verilmemesi, orada bir şeyleri tadıp tatmaması da ayrı bir meseledir.
Biz bu konuya girmeyeceğiz çünkü bu mesele ayrı bir meseledir.
Ruhun orada azap görüp görmemesi ayrı bir meseledir ama ruh orada bekliyor ve biz ne halde beklediğini de bilmiyoruz.
Şimdi arz edeyim huzurunuza:
Peygamber vefat ettiğinde, İmam Ali şehid edildiğinde, Allah ki buyuruyor: “Ben sizi nur yarattım” ve Adem (a.s)’da başını arşa kaldırdığında onları görmüştü ve onlarca hatta yüzlerce hadis onların bu boyutu hakkında beyan buyurulmuştur; acaba Peygamber (s.a.a) öldüğünde Peygamberin (s.a.a) nuru da öldü mü?
Peygamberin bedeninin ölümüyle birlikte nuru da ölüyor mu?
-Ölmüyor!
Demek ki 14 Masum’un (a.s) üçüncü bir boyutu var ve bu boyut nur boyutudur.
Ruh, nurun dengi değildir!
Bu boyut (nur boyutu) sadece 14 Masum’a aittir.
Hatta 14 Masum (a.s)’ın nur boyutu, 14 Masum (a.s)’ın ruh boyutunun üstündedir hem de fevkalade üstündedir; öyle ki akıl hesaplayamaz.
14 Masum (a.s)’ın ruhları, o nura müteveccih olduğu için münevver olmuşlardır ve o makama ulaşmışlardır. Bedenleri, o nura müteveccih olduğu için; o nurun şuası olduğu için azamet sahibidir. Kerbela toprağı, o nura müteveccih olduğu için şafidir (şifa vericidir).
Bedenle ruhun farkı: Beden ölür, ruh ölmez.
Ruh ile nurun farkı ise: Nur, ruha hayat verir.
14 Masumun (a.s) bu dünyadaki bizim gördüğümüz ve algıladığımız makamları (ki hadisler bize anlatmıştır ve biz de o makamları hazmedemiyor ve anlayamıyoruz); bizlerin anlayamadığı bu makamları, Ehlibeytin (14 Masum (a.s)’ın) o azim makamları karşısında o nurun azameti karşısında katrilyonda bir zerre dahi değildir!
Peki 14 Masum (a.s)’ın nur boyutu nedir?
Adnan Turan Hocamızın 19.08.2023 tarihli 14 Masum (a.s)’ın vücudunun boyutları konulu Dersi
1. Dersin Sonu!